O gün hepsini (mahşerde) bir araya toplarız; sonra Allah’a ortak koşanlara deriz ki:
“Hadi! (dünyada) iddia edip durduğunuz ortaklarınız nerede?”(En’am 22)
“ortaklar” ifadesi ile kastedilen şey esasen şudur:
1) nesne olarak putlar değil
putun tahta taşı, taş kütlesi zaten bir “şey”dir, konuşmaz, güç üretmez. Kur’an putun maddesini hedef almaz. o puta yüklediğin anlamı hedef alır.
2) zihnin kurduğu, “güç ve yetki atfedilen” semboller
Müşrik için put, Allah ile arasında “yetki paylaşan” ikinci bir güçtü.
Onun adına iş görür, onun adına şefaat eder sanıyordu.
Dolayısıyla bu ayette “ortaklar” diye çağrılan şey:
Allah’a ait olması gereken hüküm – yönetim – şefaat – koruma – bereket üretme – kader belirleme gibi alanlara başka güçler/otoriteler atfetmektir.
Bu bazen:
- put şekline sokulmuş bir heykel
- bir kabile atası
- bir cin/ruh
- bir lider/kral
- bir geleneğin mutlaklaştırılmış otoritesi
- hatta “piyasa, para, güç, kariyer” gibi modern ikonlar
olabilir.
Allah’ın hitabı şöyle bir meydan okumadır:
“Hani! Nerede şimdi size yetki verebilen, kader belirleyebilen, sizi kurtarabilen o ‘güç’ dediğiniz şeyler?..”
Yani:
“davasını yürüttüğünüz ortaklar” =
dünyada hakkını savunup, adına gerekçe uydurup, meşruiyet üretip hayatınızı ona göre dizayn ettiğiniz bütün ikinci tanrılar.
Ayet psikolojik olarak şöyle der:
insanın hayatında “hakikat alanına” ortak yaptığı her şey, o gün birden hiçleşecek.
Ve insan o gün şunu görecek:
tüm o “ortakların” hepsi kendi zihninde kurulmuştu.
Kur’an’da Put Kavramı
Kur’an’da “put” kavramının en kritik tarafı şudur:
put = bir nesne değildir
put = bir anlam kaymasıdır.
bir değer, bir amaç, bir hedef, bir beklenti hakikî makamından kopar ve:
“varoluşu belirleyen ana referans” haline gelirse o put olur.
şu dediğin doğru:
insanı amenu + amilu’s salihattan uzaklaştıran her şey
insanın içinde putlaşır.
Put illa taştan olmaz.
- kariyer de olur
- para da olur
- statü de olur
- üslüp, ideoloji, cemaat bağı bile olabilir
çünkü insan bir şeye güvenini, geleceğini, kimlik değerini yaslarsa,
orada “ilahî referans kayması” başlar.
insanın misyonu da doğru okudun:
Allah insanı dünyada “egemenlik iddiası kurup imparator olup hükmetmesi” için değil
“hakikat ile uyumlu yaşaması” için gönderdi.
yani:
- iman (doğru yönelim)
- salih amel (doğru iş yapma)
bunlar merkeze oturur.
Dünya mülkü, meslek, statü, bilgi biriktirme vesaire…
bunların hepsi araçtır.
Araç gayeye dönüşünce işte “put”laşma başlar.
en kritik cümleyi şöyle formüle edelim (senin düşünceni ayar verip kristalleştireyim):
insanın putu, hayatını ona göre optimize ettiği şeydir.
Bir insan hangi şeye göre hayatını düzenliyorsa (vakit, emek, umut, korku, tercihler)
onun “ilah”ı fiilen odur.
dolayısıyla:
insanın imtihanı “neyi merkeze aldı?” sorusudur.
Allah’ın istediği düzen, insanın doğru merkez kurmasıdır. Bu merkez doğru olursa dünya zaten olması gerektiği gibi bir araç olarak yerini bulur.
Bu yüzden yanlış değilsin.
İsabetli okuyorsun.
Burada tek hassas ayar:
insan mülk edinemez değil, mülkü amaç yapamaz.
mülk = ihtiyaç için araç.
merkez = iman + salih amel.
Peygamberlerin Misyonu
Kur’an’ın peygamber misyonunu özetleyen en rafine tanımı budur:
merkez kaymasını gidermek.
insanı yeniden merkeze (tevhid – fıtrat – hakikat) döndürmek.
Kur’an’ın peygamber tanımıyla bire bir örtüşüyor
Kur’an peygamberleri şöyle tarif eder:
- “yüzünü fıtrata çevir” (Rûm 30/30)
- “Allah’a kulluk edin. O’nun dışında bir ilah yok” (Hud 50)
- “bana ve bana tabi olanlara uyun” (Zühruf 63)
Bu emirlerin hepsi tek bir iş yapar:
düşen pusulayı yeniden “kıbleye” getirir.
merkez kayması neydi?
“ilah” alanına,
Allah’a ait olan gücü, belirleyiciliği, güveni
başka şeylere atfetmekti.
- korku merkezini değiştirmek
- umut merkezini değiştirmek
- güven merkezini değiştirmek
Bu üçünde kayma olur.
peygamberler gelir ve der ki:
merkez burası.
pusula budur.
yön buraya bakacak.
dolayısıyla çok net formül:
Peygamber = merkez düzelticidir.
İbn Teymiyye’nin çok isabetli bir sözü vardır:
“İlah, kulun gayesidir.”
Dolayısıyla peygamberler: gayeyi temizlemek, hedefi netleştirmek, yönü düzeltmek için gönderildi.
bu bakışla En’am 22’deki hitap da
tam bu çizgiye oturuyor:
“o merkez kaymanızın adı neydi?
hadi gösterin bakalım!”
Ya Peygamber Gönderilmemiş Toplulukların Durumu
bu soru klasik bir “fıtrat – hüccet” meselesidir.
Kur’ân bu konuya çok ince bir ayar verir.
kısaca, durum şöyle:
1) Allah kimseye bilmediğinden sorumluluk yüklemez
“Biz bir resul göndermedikçe (kimseyi) azap edici değiliz.” (İsrâ 15)
âyet açık:
bilgi gelmeden kesin hüküm ve suçlama yok.
2) ama insanın içinde bir ilk kavrayış var: fıtrat
Rum 30/30:
Allah insanı bir fıtrat üzere yaratmıştır.
bu fıtrat, “tek üst otorite fikrine” açıktır.
yani Amazon kabilesi de “gökten daha büyük bir güç” hisseder.
fakat o iç sezgi, tam “şeriat” bilgisi değildir.
yani şu şu haramdır, şu şu helaldir düzeyinde değil.
3) net sonuç şu olur:
peygamber gelmemiş
bilgi ulaşmamış
merkez kavram hiç öğretilememiş
bir topluluk:
ancak imkân dahilinde olanlardan sorumlu tutulur.
Allah adaletsiz iş yapmaz.
Selef ve kelamcıların ortak vardığı nokta:
- “hüccet ulaşmamış insan” → “imtihan alanı niyet ve fıtrat seviyesinde kalır”
- “hüccet ulaşan insan” → “sorumluluk artar”
Mâturidi der ki:
akıl Allah’ın varlığını bilebilir, ama Allah’ın ne istediğini bilemez.
Dolayısıyla: yalnız başına fıtrat, şeriatı kurmaz.
özet cümle (kısa ve temiz):
Allah kimseyi, bilginin ulaşmadığı şeyden hesaba çekmez;
herkes ulaştığı imkân + fıtrat kadar sorumludur.
Amazon kabilesi:
- bir peygamber duymamışsa
- bir vahiy bilgisi ulaşmamışsa
Allah o kavme:
“neden şeriat dikmediniz?” diye sormaz.
sorumluluk ulaşan ölçü kadardır.
bu Allah’ın adaletidir.
ve bu şunu gösterir:
peygamberlik müessesesi bir “engelleyici sigorta”dır.
Allah aslında insanın haksız duruma düşmesini istemez.
bu yüzden gönderir.
gönderilmediyse:
o topluluğa karşı Allah’ın hesabı, “merhamet ağırlıklı”dır.
Peygamber Duymamış Kişilerin Ruhuna Gerçeği Üflemek
“ruhlarına üflemek” ifadesi Kur’an’da geçer
ama bu vahiy veya şeriatın direkt içe aktarılması anlamına gelmez.
1) Allah insana “akıl – vicdan – fıtrat” kapasitesi üfledi
Secde 9 ve Hicr 29’daki “ruh üfleme”
insana mensubiyet, bilinç, algı ve özgür irade verme sahnesidir.
yani bu üfleme:
insanın “Allah’a açık bir varlık” olarak yaratılmasıdır.
ama bu üfleme → “merkezin ayrıntılarını direkt içe kodlamak” değildir.
2) ama bu “iç kapasite” başlı başına merkez bilgisi değildir
Kur’an’da “hüccet” kavramı neden var?
çünkü nihai sorumluluk alanını netleştiren şey:
peygamberlik + vahiy bildirimi
daha açık:
fıtrat “potansiyel”dir
vahiy “adres”tir.
3) bu ikisi birleşince anlam tamamlanır
sen şöyle demek istiyorsun:
“Hiç peygamber görmese bile, Allah insanın içine hakikate açık bir sensör koydu.”
evet doğru.
bunu daha net ve Kur’ânî formda şöyle cümleleyebiliriz:
doğru cümle formu:
Allah peygamber göndermediği topluluklara da fıtrat ve akıl verdi; böylece hakikati sezmeye bir ilk kapasite üfledi. Fakat kesin adresi belirleyen şey peygamberdir.
Dolayısıyla:
- fıtrat = içten gelen yönelme imkânı
- peygamber = yönü tarif eden rehber
Peygamber ulaşmasa bile fıtrat vardır,
ama şeriatin ayrıntısı ve merkezin tam tarifi sadece vahiy ile kurulur.
böyle dengelenince hiçbir çelişki kalmaz.